PEYGAMBERİMİZ’İN PEHLİVANI YENMESİ
Kureyşlilerin en güçlü ve o güne kadar sırtı yere getirilemeyen pehlivanlarından Rükâne birgün, Mekke vâdîlerinden birisinde, peygamberimize rastlamıştı.
Peygamberimiz (s.a.v.) ona “Ey Rükâne! Sen hâlâ Allah’tan korkmamakta ve seni dâvet ettiğim şeyi kabul etmemekte direnip duracak mısın?” diyerek kendisini İslâmiyete dâvet etti. Rükâne “Eğer söylediklerinin hak ve gerçek olduğunu bilsem sana tâbi olurdum, yâ Muhammed!” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Ben seni güreşte yenersem, ne dersin? Söylediklerimin hak ve gerçek olduğunu kabul eder misin?” diye sordu. Rükâne “Evet, müslüman olurum.” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Kalk haydi! Seninle güreşelim!” buyurdu. Rükâne, peygamberimizle güreşmeğe kalktı. Peygamberimiz (s.a.v.), onu tutar tutmaz yere yıkıverdi! Rükâne kendisini korumağa, fırsat bulamadı. “Yâ Muhammed! Bir daha güreşelim!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) tekrâr güreşti ve onu üç kere yıkıverdi. Rükâne “Vallâhi, yâ Muhammed! Bu çok şaşılacak bir iş! Sen beni nasıl yıkabiliyorsun, anlayamadım.” dedi.
“Allâh’tan korkar ve dâvetime uyarsan sana bundan daha çok şaşılacak olanını gösteririm,” buyurdu. Rükâne “O daha acâib olan şey nedir?” diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Şu gördüğün ağacı çağıracağım. O da bana gelecektir!” buyurdu. Rükâne “Haydi çağır, gelsin bakayım?” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), ağacı çağırınca, ağaç gelip, peygamberimizin önünde durdu! Sonra peygamberimiz ağaca, “Dön yerine!” buyurdu. Ağaç eski yerine döndü.
Rükâne (r.a.) Mekke’nin fethinden sonra, müslüman oldu. Hz. Muâviye’nin (r.a.) halîfeliği devrinin başlarında, Hicrî 42 (M. 662-663) senesinde vefât etmiştir. Radıyallâhü anh.
TEVEKKÜL
Tevekkül, rızık ve sâir işler hususunda Allâhü Teâlâ’ya itimat edip dayanmaktır. Bir şeyin sebeplerine yapıştıktan sonra Allâh’a itimâd edip tevekkül etmek farzdır.
Çünkü Allâhü Teâlâ Furkân sûresinin, 58. âyet-i kerîmesinde (meâlen):
“Ve ölmeyecek olan bir hayat sahibine tevekkül et…” ve Talâk sûresi, 3. âyet-i kerîmesinde (meâlen):
“…Her kim Allâh’a tevekkül ederse, o ona kâfidir…” buyurdular.
Tevekkül, çalışmayı terk etmek ve tedbiri bırakmak değildir. Öyle çalışma ve tedbiri terk ile tevekkül etmeyi dinimiz câiz görmez. Zararları def’ için sebeplere teşebbüs ve tehlikeden kaçınmak ve hakları muhafaza etmek de tevekküle mâni’ değildir. Tevekkül, meşrû sebeplere teşebbüs etmek, çalışmak ve himmetle berâber olur.
“Evlerinize kapılarından girdiğiniz gibi rızıklarınızı da sebeplerini yerine getirerek arayınız.” buyrulmuştur.
Tevekkülün başlangıcı Allâh’a itimad edip, güvendikten sonra işleri Allâh’a havale etmek ve boyun eğmek daha sonrası teslim olmak ve rızadır.
Adamın biri bir şahinin bir mikdar et ile gelip o eti kanadı kırık bir kuşun ağzına verdiğini gördüğünde “Bak şu Allâh’ın lutfuna, meğer benim rızık için çalışıp gayret etmem abes imiş. Bundan sonra çalışmayayım.” diyerek bir köşeye çekilip üç gün rızkının gelmesini beklemiş ise de bir taraftan bir şey gelmediği için çok acıkmış.
Cenâb-ı Hak zamanın peygamberini gönderip onun lisanıyla:
“Ey kulum, ben bu cihânı sebeplerle kazanma esası üzerine yarattım. Kudretim sebepsiz olarak da rızkını vermeye kâfî olur ise de hikmetim icabı halkın ihtiyaçlarının giderilmesini sebeplere bağladım. Bu sebeple insanlar arasında istifade meydana gelsin. Bana olan tevekkülün ile bu hikmetimin hükmünü ibtâl mi etmek istersin.” diye îkaz buyurur.